3 Eylül 2011 Cumartesi

tahta - öykü

Bir gün geçmiş, o gün o kadar uzaklarda ki artık bahsetmenin de anlamı kalmamış. Ama yine o günde yaşamış olsan,  hem gözünle orada olsan,  hem de o zamanı şimdiki
zaman diye bilsen.
Ama yine de çok geçmiş bir gün olduğunu da bilsen. Bir yerde, yer kahverengi  toprak, etrafta tek tük büyükçe ve hafif kurumuş gibi kabuklu ağaçlar var. Meyve ağaçları galiba. Toprağın üzerinde bir tahtadan bir divan, üstünde minderleri yok, ama yokluktan minderli gibi kullanılıyor. Orda ben oturuyorum. Sessiz. İklim belki bahar, belki yaz, ama hiç dikkatini çekmiyor. Yalnızlığın sonu gibi. Kimse yok. En sonu gibi. Neyin en sonu bilmiyorsun ama öyle gibi. Güneş de var, belli belirsiz. Tahta mat ve solgun renkde, muhtemelen kavak ağacından divan. Kaç yıldır bir güneş görmüş, bir gece, bir yaz, bir bahar. Islanınca siyahlaşmış, sonra yine kendini toparlamış. Şimdiden o kadar uzakda ki, bir insanın o an niçin aklına gelsin ki dersin? Belki 700 yıl önce belki 1300 yıl önce. Tanımadığın bilmediğin bir insanın hissettiklerini  anlamaya çalışmanın anlamsızlığı gibi bişeydir öyle bir güne geri dönmek. Ama özlemden kımıldayamayasan. Bu yüzden ayrıntıların önemi yok. Sadece oturduğun divanın mat sonuk kavak ağacı, o da baktığın için. Güneş az vuruyor heralde. Birileri burda birşey yaşamış. Ne yaşamış, ne düşünüyordu o divanı çiviler çakarak yaparken,  divan hala biraz dayanıklı görünüyor, umutlu muydu acaba, bir hayali var mıydı, çok sevinmişti  mi ,bir divanım da var artık diyordu. O divanda otururken yanımda olmanı isterdim. O kadar çok isterdim ki. O gözlerin orda da bana baksa. Bu yüzden çok pişmanlık diyorum. Sırf pişmanlığım. Pişmanlık soluyorum. Yanımda olmanı o kadar isterdim ki. Yanımda olmadığından acı çekiyorum. Seni istiyorum. Bana yine öyle sıcak baksan.