Hayat sıkıcıydı, sürekli uzun süren sıkıcı işler yapılması
gerekiyordu, çok yalnız kalınıyordu, çok acılar çekiliyordu.
Biraz gevşeyebilmek istiyordu vazgeçerken yaşamdan, ama kemiklerinde
sürekli olan kırılmaları buna engel oluyordu, bayıldı. Sığındığı bina
yıkılıyordu, eziliyordu. Kimse böyle bir son istemezdi.
Ucu görünmeyen ovada çok yüksek olmayan bir kaç dağ vardı. Yürüyorlardı orta boy otların arasında. Hiç hayatında gül kokladın mı? Diye sordu yüzüne bakmaya gerek görmediği adam.
“Tabii ki, defalarca”
dedi.
Adam “güllerde her zaman bakteriler vardı, gül bitleri
vardı, bunların kokusu ile gülün kokusu karışıyor, ve yoğunluğu az olduğu için
zor koklanır, gül suyu veya yağı gülün üzerine damlatıldığı zaman ise ağır bir
koku alır, çünkü bunlarda yeni çürümeye başlanmış güllerin, gülün çanak
yapraklarının, üzerindeki böceklerin, ve koklaması hoş olmayan her türlü hücre
içeriğinin de olduğu damıtılmayla elde edilirler. Bunu kokla” dedi.
Koklarken burnunu ayırmak istemedi, tüm yaşamında dahi böyle
güzel bir duyu hissetmemişti.
“Ben vazgeçmedim, gülü hep koklamak istedim yaşarken” dedi
adam.
“Sen kimsin” diye
sordu. “Ben her gelenin sevincini görmekten zevk alan biriyim.” “kuşlara bak”
dedi adam.
Kuşlar eğleniyordu, küçük
bir havuzda oynuyorlardı, eğlenmeye odaklanacak kadar rahat bir yaşamları
vardı, savunma için, avlamak için, ya da kaçmak için hiç düşünmüyorlardı, tüm
canlılar öyleydi, dişleri sivri değildi hayvanların, zehirleri yoktu,
bitkilerin dikenleri yoktu. Yaklaşık bir metre boyunda eflatun rengi bir süs balığı muhteşem bir şekilde zıplayıp tekrar havuzun içine girdi. Sadece keyif vardı.
"Ne kadar güzel, burda kal, burda kalmak ne kadar güzel." dedi adama.
Yeni bir hikayeye gerek yoktu, içinde bulunduğu durumu analiz etmesi gerekmiyordu, çünkü cennetti.
"Ne kadar güzel, burda kal, burda kalmak ne kadar güzel." dedi adama.
Yeni bir hikayeye gerek yoktu, içinde bulunduğu durumu analiz etmesi gerekmiyordu, çünkü cennetti.